25 Ocak 2014 Cumartesi

Kendi yolunu arayıp kendin bulmalısın genç akademisyen!

Şu sıralar Llosa’nın Genç Bir Romancı’ya Mektuplar kitabını okuyorum. Önerileri, yazar olmak isteyenleri ilgilendirse de, dün Jeff’le yaptığım görüşmenin düşündürdükleriyle bir hayli örtüştü. Üslup hakkında yazdığı bölümün sonlarına doğru şöyle bir ifade kullanıyor yazarımız: “Tutarlı ve vazgeçilmez bir üslup benimsemeden romancı olunamayacağına ve siz de bir romancı olmak istediğinize göre, kendi üslubunuzu arayıp bulun (s. 43)”. 2010’da Nobel edebiyat ödülü alan abimizin 1997’de kaleme aldığı kitabı, 2012’de Can Yayınlarından dilimize çevrilmiş. Genç yazarcıklara pratik değil ama daha çok felsefi önerilerde bulunuyor. Bu da çok kıymetli bir şey. Kitabın edebiyatla olan ilişkisi kelebeğin öykü defterine konu olacak yakında, ancak burada şu soruyu sorduruyor bana: Genç bir akademisyen adayına bu tür bir yol gösterici kitap yazan başarılı bir akademisyen, bir profesör var mıdır? Sanmıyorum ki olsun. Ben hiç rastlamadım. Sanki her şey herkes tarafından biliniyor. Kitabı geçtim, sohbet ortamında bile pratik ya da daha derinlikli felsefi önerilerde bulunan akademisyen bile görmek çok zor[1]. Onlar da genelde, akademik hayatlarının başlarında olan genç araştırma görevlileri ve yardımcı doçentler oluyor. Noluyorsa doçentlikten sonra bir haller oluyor gariban akademisyenlere, çekilen sıkıntıları, ıstırapla sordukları soruları, uykusuz geceleri unutuyorlar; büyük olasılıkla kendi “kariyerleri”ne odaklanmayı – ya da hapsolmayı seçiyorlar. Bilemiyorum. Peki, edebiyatta böylesi bir rehberliğe ihtiyaç var da, akademide yok mu? Hani nerede o hep hayalini kurduğumuz usta-çıraklık ilişkileri? 
Jeffrey Hou
 Bu yazıda hem son haftalarda tezle ilgili yaptıklarımı ve yaşadığım gelişmeleri kısaca anlatacağım, hem de dün Jeff’le yaptığım görüşmenin düşündürdüklerine değineceğim – kendimi ve hocaları da eleştirmekten geri durmayarak. Önce Jeff’ten söz edeyim; Jeffrey Hou, SKuOR’un 2013 yılındaki misafir hocasıydı. Bu dönem SKuOR’da üç tane teachnig block (öğretme haftası) gerçekleşti. İlki Ekimdeydi… Ben de o blokta tezimle ilgili bir sunum yaptım. Kendimi çok da iyi ifade edemedim belki ya da Haziran direnişinin fazlasıyla etkisinde duygusal bir yaklaşımım vardı, bilemiyorum. Ama orada bir anlaşılamama sorunu ile karşılaştım. Engel 1: Senin bağlamında, senin ülken için (ya da senin için) çok değerli olan bir konu, uluslararası arenada pek bir anlam ifade etmeyebilir; bu, izleyicinin ilgi alanı ve senin sunma biçiminle de yakından ilişkili. Böylece Jeff’in seminer dersinin hocası olarak yürüttüğü o ilk görüşmemizde, bir dil sorunu olduğunu hissettim. Daha çok soyut, kuramsal meselelerden bahsediyordum o sunumda, çünkü bloğun başlığı ‘kavramlar’dı. Ancak beklediğim zengin geri bildirimi alamadım. Jeff’in tek söylediği: “Git ve insanlarla konuş” oldu. Gerçi bu pratik ve kısa öneri oldukça kıymetliydi. Tek sorun bunu yapmam gerektiğini bilsem de, nasıl yapacağımı bilemiyordum :) 
Rob Shields
Daha sonra Rob’la yaptığım esinleyici ve derin görüşmenin ardından, Aralık’ta Ankara’ya gittim. Farklı ilçelerde yaşayan ve park kullanım kalıpları birbirinden ayrışan insanlarla yedi görüşme yaptım. Anneciğim, o soğuklarda beni parklara gitmekten kurtarıcı bir fikir ortaya atarak, farklı semtlerde oturan okul çalışanlarıyla görüştürdü beni. Hepsine ayrı teşekkür ediyorum. Onlara, bir yandan sohbet ederken – Rob’un da önerdiği gibi – parklara dair haritalar çizdirdim. En keyifli kısımlardan biri de buydu. Keçiören Belediyesi’ne gidip de parklar ve bahçeler müdürlüğünün sadece börtü böcek işleri ile ilgilendiğini ve bana bilgi vermekten sıkı sıkıya kaçındıklarını görünce biraz şaşkınlık yaşadım. Yine de bu küçük ön alan çalışması bayağı ufuk açıcı oldu; bana çok güzel fikirler verdi. Bu arada buraya dönmeden tez komitemden sosyolojide olan bir hocayla görüşme şansım oldu. Saolsun o görüşmede Helga Hoca’nın önerdiği bir karşıtlık çok hoşuma gitti. Onu da ekledim. Artık tezim, "mekanı toplumsal olarak köklerden, kendiliğinden sahiplenme" karşısında, "yeni kamular yaratmak için kamusal mekanın iktidar tarafından kullanılması" gibi iki ayrı "yere aidiyet biçimi"yle tanımlı hale geldi. Offf hala çok karmaşık ve soyut, farkındayım J Ama bunu halledeceğim yakın zamanda ;) 
Viyana’ya dönünce de ocak sonundaki son öğrenme bloğundaki poster sunumu için çalışmaya başladım. Ve sonuç: Bize üç günlük sempozyumda reva görülen yalnızca 3’er dakikalık sunumlar ve nedenini bir türlü anlayamadığım 2’şerli 3’erli yapılan poster sunumları... Tabii bu poster sunumu ve bir teslim hissi olduğu için de çalışmak istediğim düzende çalışamadım; asıl çalışma düzenimi bir miktar daha ertelemiş oldum. Kaybedilmiş bir ay daha mı? Bilemiyorum. Tezini 3 dakikada sunmak ciddi bir meydan okuma ve çok faydalı ancak geri bildirim almak için hiç ideal bir ortam oluşmadı. Bu da çok can sıkıcı tabii. Karşında kamusal mekan üzerine yıllarca çalışmış hocalar var – siyasi olarak duruşlarını benimsesen de benimsemesen de, ancak onlar da seni yarım kulakla dinliyor. Arada dil engeli var; heyecanlanıyorsun. Her şeyi anlatamıyorsun. Ee adamlar hatunlar sıkılmış. Sonuç: En genel şeylerden söz edilip geçildi. Sadece 1-1,5 saatimiz vardı, 3 grup için.

Ben de neyse ki Jeff’le son bir görüşme talep etmiştim. İlk şokumu “ben senin gönderdiğin metne göz atamadım; bana bir anlatabilir misin?”, demesiyle yaşadım. “İyi de daha iki gün önce, senin de olduğun bir topluluğa tezimle ilgili bir sunum yapmadım mı? Hadi gönderdiğim üç sayfayı okumadın, bari iyi dinleyeydin!” diyemedim. Demek ki beni yarım kulak dinlemişti ya da tekrar duymak istiyordu. Unutmuştu; karıştırmak istemiyordu. Buradan –önceden bahsettiğim dil sorununun ötesindeki– ilk soruna değinebiliriz: Bizler, genç akademisyenler olarak, bizden tecrübeli olanların önerilerine ve yardımlarına hatta yer yer onaylarına ihtiyaç duyarız. Ancak ne yazık ki, onların bizim için ilgileri az, vakitleri de genelde dardır. Bu durumun Türkiye’ye has olduğunu düşünmüştüm; ancak Avrupa’da da durum farklı değil anlaşılan. Ya da benim çalışmam yeterince ilginç ve açık değil; onu daha rafine hale getirmek için daha çok çalışmalıyım, diye düşünüyorum. Sen ilgilerini çekecek biçimde derinleştirmedikçe bu deneyimli akademisyenler çok da ilgilenmiyorlar çalışmanla. Belki de haklılar. Zamanları çok kıymetli. Ama onu derinleştirmek için de tartışmaya ve bu insanların önerilerine ihtiyacın oluyor. Buyur çık işin içinden…
İkinci şok da bir önceki görüşmemizde söylediğinin tam tersini söylemesiyle gerçekleşti: "Nasıl bir teorik çerçeve kullanacaksın?" Şok kelimesini kullanarak aslında biraz durumu abartıyorum; bu, biz doktora öğrencilerinin alışık olduğu bir haldir. Hocalar, izleme jürilerinde seni bir oraya bir buraya savurur durur. Bir önceki görüşmede yapma dedikleri şeyi göremeyince, neden yapmadın diye de sorabilirler. Ancak doktora tezi yazmanın ve izlemenin doğasının böyle olduğu da söylenir; tabii bu, bir sorun olarak bize ıstırap veren bir durumdur. Yine de Jeff’in yönelttiği bu soru kıymetli bir soruydu; soyut kavramlarla, yapacağım araştırmayı nasıl ilişkilendirebileceğimi bu çerçevede konuşabildik. Önerileri genelde yüzeysel ve benim daha önce düşündüğüm şeyler olsa da, yazın taraması nasıl yapılır konusunda beni biraz aydınlattı. Sonraki blog yazılarında yazın taraması-tez ilişkisini daha detaylı irdelemeyi hedefliyorum. Yaptığımız görüşmenin sonucunda “place attachment / yere bağlanma” kavramının benim temel damarımı oluşturduğunu düşündüğünü ifade etti. Buradan da “senden tecrübeli akademisyenlerden rehberlik alırken karşılaştığın” üçüncü soruna geçebiliriz: Her hoca çalışmanı kendi alanına çekmeye çalışır. “Kesinlikle bunu çalışmalısın, bu çok ilginç!” diyerek; ya da “Senin söylediklerinden anladığım kadarıyla, ana sorun şununla ilgili,” diyerek. Sen başta zorla ya da gerçekten ilginç bulduğundan oraya çekilebiliyorsun; ama bir an geliyor "yok ya, ben bunu istemiyorum" da diyebiliyorsun. "Haydaaa hoca beni yanlış anlamış.. tüh tüh…" O halde senin kendi yolunu –sorunsalını, kuramsal çerçeveni ve metodolojini– bulman gerekiyor.
Peki ne yapmalı? Şu an aklımda iki şey var: İlki, sonraki yazıda ele alacağım sistem ve alışkanlık meselesi… Diğeri de – yine Rob’un önerdiği – bir tez yazma klubü oluşturma fikri. Burada da gözlemlediğim şey, Türkiye’den farklı değil. Çoğu doktora öğrencisi tez yazarken danışmanlarıyla ciddi sorunlar yaşadıklarından, gerçek bir usta-çırak ilişkisi yaşamıyor; tam bir danışmanlık alamıyorlar. Yolu bulma konusunda çeşitli nedenlerden yalnız kalıyorlar. Ben yüksek lisansta çok acı çektiğimden, doktoramı tamamıyla istediğim bir hocayla yazma konusunda ciddi bir mücadele verdim. Ve şimdi gerçekten çalışmaktan keyif aldığım bir hocayla çalışıyorum. Şu an bunları yazabiliyor, bu süreçlere böylesi eleştirel bakabiliyorsam ve bir gün tezimi bitirebilirsem bunda tez danışmanımın gerçekten büyük katkısı var. Rob’un fikrine geri dönecek olursak: Birkaç arkadaşınla bir araya gelin, bütün günü çalışmaya ve yazmaya ayırın mesela.. ya da bazı kereler çalışmanızı tartışın, okuduklarınızı konuşun, diye kabaca tarifleyeceğim bir şey önerdi. Ben de yakında bu hayalimi gerçekleştirmeye karar verdim ve bir tez çalışma grubu oluşturmak için ilk adımları attım. Gelişmelerden elbette haberdar edeceğim sizleri; bu deneysel çalışmayı birlikte göreceğiz.
Son olarak… Jeff’e ayrılırken teşekkür ettim ve şöyle söyledim: "Gerçekten alabildiğim her geribildirim benim için çok değerli, çünkü akademik çalışma, karanlık bir tünele girmek gibi". [Allam tez yazmaya ilişkin bulduğum benzetmelerde gösterdiğim kabiliyeti umarım tez yazarken de gösterebilirim J ] O da araya giren başka cümlelerin ardından şunu söyledi: "O tünelden çıktığında ancak kavrayabiliyorsun akademik çalışmanın ne olduğunu". Harika!… Ne diyim. Bakalım ışığı görebilecek miyiz? J Sevgiyle tekrar görüşene kadar tez yazanlara kolaylıklar ve iyi çalışmalar diliyorum…
25.01.2014 / Cumartesi // 18:13-19:29
Viyana / Döbling

NOT: Jeff' yaptığı katkılardan ve bana düşündürdüklerinden ötürü yürekten teşekkür ederken, ODTÜ'ye teslim etmek üzere doldurmasını istediğim forma yazdıklarını da tez yazma sürecinin parçası olduğu için burada paylaşmak istiyorum: 
"Yasemin has developed a very interesting framework comparing users' attachment and relationship to different types of parks. The result is likely to contribute significantly to our understanding of place attachment. She needs to further work on refirement of research methods & intruments. But the overall project is promising." 



[1] Tez danışmanım Ali Cengizkan Hocam, Housing & Discourse dersinin iki döneminde bunu bir miktar başarıyor. Mustafa Kemal Bayırbağ hocam da gördüğüm başka bir istisna; açtığı derslerde makale nasıl yazılır üzerine bir ya da birkaç saat muhakkak ayırıyor. 

14 Aralık 2013 Cumartesi

Doktora tezi nedir: Göle açılıp… Okyanusta kaybolmak?


      İlk yazımda, doktorayı, uzun bir akademik yolun sonunda gelinen eğitim piramidinin en tepe noktası olarak tanımlamak yerine – alışılmışın aksine – yeni bir piramidin tabanı ve yeni bir dünyaya – profesyonel akademik dünyaya – giriş olarak tanımlamayı yeğlemiştim (James Hayton’a referansla). Bu yeni dünyaya girerken, doktora sürecinin iki önemli işlevi olduğunu da ifade etmiştim: O dünyaya kendi başımıza adım attığımızı kanıtlamak ve yeni beceriler geliştirmek. Peki, doktora tezi bu çerçevede nerede duruyor? Hemen her doktora öğrencisinin korkulu rüyası haline gelen, zamanla hayatımızı işgal edip bizi şekilden şemalden çıkaran bir metin midir tez? Aylarca yıllarca üzerine çalışıp, defalarca yazıp sildiğimiz ve bir iki saat içinde bir jüriye sunarak elde ettiğimiz ve bize o büyülü dünyanın kapısını aralayan bir giriş vizesi mi?
Doktora tezi – her ne kadar o sonuç metin öne çıkarılsa da – aslında yapılan özgün bir araştırma ve araştırmanın hikayesidir. Doğrusu bu tanım benim daha çok hoşuma gidiyor. “Tek başıma araştırma yapabilecek miyim?” sorusuna, bir jürinin önünde “evet” yanıtını vermeme yarayan, kuru kuruya yazılmış sıkıcı bir akademik metin olarak bakmak istemiyorum doktora tezime. Ya da yekunu – aylarca yıllarca okuduğum onca kaynaktan çıkardığım – bir özetten ibaret olan derleme toplama bir metin olmasını da istemem. Aslında doktora tezi, yazma uğraşını ya da o sonuç metni bir hayli aşan bir sürece işaret ediyor – bir buzdağı var orada. Bu kavramı SKuOR’da aldığım seminer dersi (Advanced Masters’ / PhD Seminar International Urban Studies Revisited) için birinci öğrenme bloğu sırasında (Ekim 2013’te) yazdığım ilk metinde keşfettim (Sanıyorum o sıralar Hemingway’in öyküde buzdağı kuramı üzerine de sıklıkla düşünüyordum). Yazıp sunduğunuz metin öylesine derin bir sürece ve çabaya işaret ediyor ki, bunu tümüyle anlamak ve değerlendirmek kolay değil. Peki, doktora tezi nasıl yazılır? Bir reçete sunmak istesem… Sunabilir miyim?


            Bir reçete: Doktora tezi yazmak?

Sunduğum o ilk metinde, Sabine’nin bir önceki dersinde ifade ettiği ve çok hoşuma giden bir argümana da ironik bir gönderme yapmak istemiştim: “Doktora süreci ve tezi için bir reçete yoktur”. Yazımın başlığı, Bir reçete: Doktora tezi yazmak?, şeklinde çevrilebilir. Viyana’da oturma iznimi (iki ay uğraşarak) bin bir güçlükle almış, orada ne yaptığımı sorarken, boşuna heba ettiğim onca yılın acısı ve hala elimde bir şey olmamasının da kafa karışıklığı ile kara mizaha yakın bir metin kaleme almıştım. Buzdağı kavramı ve reçete olayı Sabine’nin pek hoşuna gitmişti. SKuOR’daki ilk iki seminer dersini bu yüzden çok sevdim. Çünkü, ODTÜ’deki tez semineri derslerinden farklı olarak, tez yazma ve araştırma yapmanın psikolojik – ekonomik pek çok zorluğu üzerine birlikte kafa yormamızı sağlamıştı Sabine. O süreç ve ders bana şunu sordurmuştu: İyi bir doktora tezi yazmak için neye ihtiyacımız var? Hayatımızdaki kaosa mı? Merak dolu olmaya ya da bir yapıya ve sınırlara mı? Düşünce açıklığına? Yaratıcılığa ya da yeteneğe mi? Belki hepsinden fazlası… Bir hikayeye mi ihtiyacımız vardı?
Eğer hayatınızda doktora tezi yazan biri varsa ona gıcık olabilirsiniz. Arkadaşlarla bir araya gelmişsinizdir, çağırmak istersiniz uyuzluk yapar; gelmez. Zaman zaman kaybolur; bazen ortaya çıkar – kara batak gibi. Telefonlarınızı duymayabilir; açmayabilir. Sizden uzaklaşabilir. Sizi sevmediğinden değil… Yalnız kalmaya ihtiyacı vardır. Çünkü tez yazmak – aslında genel anlamda yazma edimi – bir miktar soyutla(n)ma ihtiyacını da doğuruyor. Ee yazmayan bilmez. O yüzden fazla gıcık olmayın. Bazen de, sosyopatlık su yüzüne çıkar. Çünkü doktora tezi yazmak demek, dünyayla ve – hele sosyal bilimciyseniz – insanlarla sürekli yoğun bir ilişki içinde olmayı, hızla değişen, akışkan gerçekliği takip etmeyi de gerektirir. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu diyebilirsiniz. Hakkınızdır. Deyin. Ama durum bu.

Doktora tezinde buzdağı kuramı? 
“Doktora öğrencisi olan arkadaşlarınıza fazla yüklenmeyin!” yönündeki – gayet pragmatik – mesajımı da verdiğime göre, şimdi size kendi reçetemden ve buzdağı kuramımdan söz edebilirim. Tez yazmak, her zaman yazmanın ötesinde bir şeydir. Onu buzdağı gibi nitelemem de bu yüzden. Bunun anlamı şu: Her zaman yazdığınızın ötesine gidebilmelisiniz – ötesi, yanı, arkası, önü, derinliği işte her neyse oraya. Yazmanın dışında – pek çoğunu planlamadığınız, aklınıza hayalinize getirmediğiniz – başka başka şeyler de yapacaksınız. Ve işin acı yanı ne biliyor musunuz? Yaptığınız onca şeyden pek azını sunma şansına sahip olacaksınız. İşte burası tam bir açmaz.
Bununla da bitmiyor. Hadi şu sizi bizi bırakalım da senli benli konuşmaya başlayalım. Farklı seviyelerde sosyal ya da doğal gerçekliğe gözünü dört açman gerekiyor. Farklı yapıları ve süreçleri gözlemezsen gerçeklik sana küser. Sonra farklı aktörler var… Onlarla ne yapmalı? Her biri birer değişken… İncelediğin konuyu etkiliyor; değiştiriyor. Hepsini tümüyle anlayabilecek misin? Bütünlüğü yakalayabilecek misin? Ama yerin dar… Gördüğün, keşfettiğin her şeyi yazman mümkün değil. Seçim yapmalısın. Tıpkı bir mercek gibi... Hani olmaz ya… Diyelim konunu güzelce çerçeveledin, ilişkileri, bağlamı ve atmosferi ne kadar yansıtabileceksin? Sınırlar… Evet kendine sınırlar belirlemeli.. Konunun çerçevesini öyle bir ayarlamalısın ki, kaybolmayasın. Çok dar olursa da çalışmanın bir anlamı olmayacak. Okuyan sıkılacak. Yeni bir şey öğrenmeyecek. Ne yapsan? Ya da boş ver her şeye… Otur masana, yazmaya başla. İyi de ne yazacaksın? Haydaaaaa… Bu yüzden problematize etmek diye bir kavram dolaşır bilimsel çalışma deyince. Pek de açık değildir ama yine de anahtardır. Başka bir yazıda daha detaylı tartışabiliriz onu. Şimdilik sadece bir nokta olarak koyalım buraya… ve bir örnekle devam edelim.
Diyelim ki, kentte gözlediğin bazı eşitsizlikler o kadar rahatsız etti ki seni – birinci sınıfta kent sosyolojisi hocamız, “Kent sizin laboratuvarınızdır”, demişti çok hoşuma gider bu ifade – “ırkçı mekânsal politikaları” irdelemek istiyorsun. Bunu ulaşım politikalarıyla ilişkilendirebilir misin? Ulaşılabilirliği, kent mekanından dışlanma sürecinin bir göstergesi olarak görebilecek ve gösterebilecek misin örneğin? Peki… Kent sakinleri ve politikacıların yanında, polis ve suçlularla da – ya da mağdur edilenlerle de – konuşmak için yeterli meraka ve yüreğe sahip misin? Belki bir mimar ya da plancısın… Ya da sosyolog? Mekan fetişizminden ya da mekanı dışlama hatasından kurtulabilecek misin? Kendi zihinsel kurgularının ne kadar ötesine gidebileceksin? Acılarının… yaralarının etkisinden ne kadar kurtulabileceksin? Öyle ya, tez yazmak, araştırma yapmak, sana dokunan, seni acıtan bir noktadan başlıyor çok zaman. Kişisel sınırlarını aştın diyelim, peki bakışını bulandıran mesleki deformasyonundan kurtulup olaylara, olgulara yeterince objektif bakabilecek misin? Belki çalışmanın sınırları seni Güney Afrika’ya götürecek. Paran var mı ki? Diyelim yok… Nereden bulacaksın? Sahi çalışman için ne kadar uzağa gidebilirsin? Neleri feda edebilirsin? İlişkini, kocanı, kızını, arabanı, aileni, arkadaşlarını?... Konunu bütünüyle kavramaya çabalarken, kültürel-ekonomik-psikolojik güçlüklerle baş edebilecek kadar cesur musun? Psikolojik direncin ne alemde? 
Bu kadarla kalmayacak… Hep daha fazlasını öğrenmen gerek. Çünkü gerçeklik sürekli değişiyor. Her yeni gün yeni bir şeyler ekleniyor; ilişkiler yeniden tanımlanıyor. Okumaların, dinlemelerin ve yazmaların hep o bütünün gerisinde kalacak. Odana kapanıp yazdığın-okuduğun zamanların yanında bir de sokağa çıkıp akan gerçeklerin peşinde koşmak gerek! Gördüklerini doğru yorumlamak ve bir de vicdanlı olabilmek. Etiğe uygun davranabilmek... Ooo amma iş değil mi? Ve sonuç… Sen bir göle açıldığını zannederken, bi de bakmışsın uçsuz bucaksız bir okyanusta kaybolmuşsun… Hiçbir kitap seni kurtaramaz. Bazen hiç kimse sana yardım edemez… Tez danışmanın bile. Kayboldun. Yolunu kendin bulacaksın. Peki hala araştırma yapıp bunun hikayesini yazmakta kararlı mısın? Şöyle anlatayım... Bir kentin senin kentin olmasını istiyorsan, önce içinde kaybolmalısın. Kente teslim olmadan ve içinde kaybolmadan o kentin kendini ele vermesini, sana teslim olmasını – Godot’u bekler gibi – boşuna beklersin. Önce kaybolacaksın… Sonra ola ki yolunu bulursan, kendini sıcak odana masanın başına atıp hikayeni yazabilirsin. Önünden geçtiğin sinemayı, gördüğün kara kuru çocukları… Müşteri bekleyen hayat kadınlarını ve gecenin bir yarısında aniden beliren aynasızları… Parkları, ağaçları... Kedileri ve serçeleri... Her Cumartesi kurulan pazarı, oraya giden komşu teyzeyi, Ahmet Amcayı... Ya da geçen yıl yanan ibadethanenin hikayesini… Evinden atılan yoksulları, zorla ismi değiştirilen sokakların kaybolmuşluğunu ve direncini... Yazdın mı? Yazacak mısın? O ulu akademiye girme hakkına sahip olmak için, o kapıdan içeri adımını atmaya yarayacak araştırmanın resmi kaydını oluşturmaya… Hazır mısın?
14.12.2013 / Cts. // 23:57 // Ankara

30 Kasım 2013 Cumartesi

Prologue: Doktora nedir?

Ben bir doktora öğrencisiyim. 33 yaşında olup hala öğrenciyim demek tuhaf . Sanki hala bir şey yapmamış, hala hayatın içinde pinekleyen, öyle hiçbir işe yaramayan bir insan gibi hissettiğim oluyor bazen. Toplumda da akademisyenleri öyle parazit gibi görenler yok mu? Hatta akademisyenlerin kendileri bile etkilenebiliyor bu görüşlerden… Yemek yapan bir aşçının sunduğu somut ürünün yanında biz ne yapıyoruz ki diyen bir profesör tanıyorum. Haklıydı belki. Bu başka bir yazının konusu ama, ben ne yaptım ki diyor insan öyle anlarda. Dönüp ardına baktığında yüksek lisans tezinden başka bir şey yok. Hiç büyümemişsin gibi.. Hele bir de benim gibi ufak tefek minyon bir hatunsan, ailen, çevrendekiler senden torun, yeğen bekliyorsa… ve sen tezim de tezim diye tutturmuş ama yıllardır bir şey elde edememişsen… Doktorayı bitirmeye ne kadar kaldı diyenlere yıllardır otomatik olarak 2 sene civarında deyip, “iyi de geçen sene de o kadar kalmamış mıydı…” cevabını duyunca bir anda çöküyorsan… Uzun lafın kısası: Hayat pek kolay olmuyor. Hele ki Türkiye gibi gerçek akademik çalışmanın parmakla gösterilecek kadar nadir yapılabildiği bir ülkedeysen… Bilimle uğraşayım derken, pek çok kişisel, ekonomik ve politik sorunla uğraşmak durumunda kalıyorsan… Meslek alanını ve yaşadığın kentleri, gündelik hayatı savunmak için kendine mevziler seçmek zorundaysan… Bilimle uğraşmak bir lüks bile olabilir mi? Daha faydalı bir şeyler mi yapsan? Oysa belki de 8 yaşımdan beri bilim insanı olmak isteyen de ben değil miydim? Belki farklı bir alanda… Doktor olmayı hayal ederdim. Hep kendimi laboratuvarlarda resmettiğimi hatırlıyorum.  Bir kitapçı dükkanı neyime yetmezdi oysa… Gerçi ne tüccar kafası var bende ne de o kadar param. Şehir planlama okumak da sosyal bilimler alanına girişim de benim için sürpriz oldu. Ama her ne kadar zor olsa da, burada olmayı anlamlı buluyorum. Buradaysam bunun bir nedeni olmalı, diyorum.

Öğrenmeyi kendimi bildim bileli… öğretmeyi ise 9-10 yaşlarımda evcilik arkadaşıma okuma-yazma öğrettiğim zamanlardan beri çok seviyorum. Hep işin özünü ve gerçeği anlamak istedim. Bilgiyle tuhaf bir ilişkim var. Kendime güvenimin kaynağında her zaman “bilmek” oldu – en başta da kendimi bilmek – buna bilgelik sevgisi de diyebilir miyiz? Peki ama beni bu blogu açmaya iten güdü ve bu günlüğü tutmama neden olan şey ne? Belki de en büyük nedenim: Bir hikaye anlatmak istiyorum. Bir dönüşümün hikayesi. Bir macera... Bir yolculuk. Sonunu bilmiyorum. Aldığım notlardan birinde şu cümle dikkatimi çekti iki gün önce: "The two most important days in your life are the day you are born, and the day you find out why." - Mark Twain – “Hayatınızdaki en önemli iki gün, doğdunuz günle neden doğduğunuzu keşfettiğiniz gündür”. Ben o nedeni buldum mu bulmadım mı bilemiyorum ama bazen el yordamıyla yakaladığımı hissediyorum. Bu blog o keşfin ve yolculuğun da hikayesi olabilir. Üstelik çok da mahrem bir alandan geçecek gibi sözlerim.. Bana, benliğime, tüm hayatıma dokunup süzülüp geçecek ve bu günlükle damıtılacak gibi. Kendime de size de dürüst olacağıma söz veriyorum o halde.
Öyleyse başlıyoruz. En iyi bildiğim şeyin öğrencilik olduğunu düşünürdüm. Bu yüzden de akademik çalışmalarda hiç zorlanmayacağıma inanıyordum. Ancak üniversiteye başladığım günden beri hem çok keyif aldım, değiştim ama hem de çok zorlandım. Duruma hakimiyetim seviye yükseldikçe azaldı. Nerdeyim ben, ne yapıyorum dediğim anlar o kadar çok ki… Hem planlama okurken, hem sonrasında yüksek lisans ve doktorada. En zor dersleri yüksek notlarla geçmiş, yüksek ortalamalarla mezun olmuş öğrencilerin, yüksek lisans doktora yapma olasılıkları daha fazla. Çünkü geçiş vizesi ancak onlara veriliyor ne yazık ki. Bir takım saçma kriterler… Ancak bu durum ne kadar sağlıklı? Saçmalık şurda ki… siz o becerilerle doktoraya geldiğinizde bir duvara toslayabiliyorsunuz. Çünkü çok zaman doktoranın sizden talep ettiklerinin tam tersini yapmaya alıştırılmış oluyorsunuz yıllar boyunca.
Doktora’ya genelde eğitimin artık son aşaması olarak bakılır. Bir piramidin tepe noktasındasınızdır. Oraya o kadar az insan ulaşmıştır ki. İlkokulu bitirip, liseden mezun olmayı başarmış, üniversiteye girebilmiş, ortalamayı tutturmuş, yüksek lisans tezini tamamlamış, İngilizce yeterliliği geçmiş, hatta doktora yeterliliği geçip tez yazma hakkını elde etmiş… vs.vs.vs. James Hayton’un keyifle izlediğim blogunda bu durum ayrıntılı biçimde açıklanmış (http://3monththesis.com/series/basics/) – gerçi kendisi sürekli bu blogdan nasıl para kazanırım hesabı yapmasa da midemizi bulandırmasa daha iyi hissedeceğim ama neyse. Doktoranın zorluğu ve çelişkisi şu noktada baş gösteriyor: Oraya ulaşmak için başarmak zorunda olduğun eğitim biçimiyle o noktadan sonraki eğitimin birbirinin taban tabana zıttı olması. Nasıl mı? Doktora eğitiminde belli bir müfredat, bir yapı ya da standart bir sınav yoktur. Bunu yeterlilik sınavında ama daha çok tezini yazarken anlarsın. Kendi yolunu bulmalı, kendi çalışmanı üretmeli ve kendi seçimlerini yapmalısın. Belli düzeylerde özgürleşmiş de olsan, kendi sesini bulmak hiç kolay değil. Yeni beceriler kazanmalısın. Bunları iyice sindirmelisin.
O halde… Doktora uzun bir eğitim piramidinin en son durağı ya da tepe noktası olmaktan çok, James Hayton’ın da ifade ettiği gibi, başka bir piramidin tabanı, girişi olarak tanımlanırsa bu sürecin iki önemli ayağı olduğunu görüyoruz. İlkin, doktora profesyonel akademik dünyaya girişin ilk basamağı olarak değerlendirildiğinde, bir tür yeterlilik (qualification) anlamına geliyor. Bir jüri önünde sunduğun tez metninle, kendi başına profesyonel olarak bir akademik çalışma, araştırma yürütebileceğini ve buna yeterli olduğunu kanıtlaman gerekiyor. Ki bunu düşünmek mideme kramplar sokacak kadar geriyor beni. Ancak bunun ötesinde aynı zamanda doktora bir öğrenme süreci de. Bir araştırmanın nasıl yapılacağını ve profesyonel düzeyde akademik çalışma yapmanın alt becerilerini kazanabileceğin bir öğrenme deneyimi. Ne yazık ki kimse bize doktoranın ya da doktora tezinin ne olduğu üzerine düşünme şansı tanımıyor. Bu konuyu tez hocanla ya da arkadaşlarınla da tartışabilmek çok kolay değil. O yüzden genelde, doktora tezini yazarken, bilime nasıl bir katkıda bulundun, sorusuyla karşılaşıyorsun. Yeni ne söyledin? Doktora çok zaman buna indirgeniyor. Yeni bir yöntem geliştirdin mi? Yeni bir bilgi ürettin mi? Yeni bir argüman geliştirdin mi? Oysa doktora tezlerinin çoğunda bu tür bir beklentinin de karşılanmadığını görüyorsun. Peki ne yapmalı?

Bundan yaklaşık iki hafta kadar önce Rob Shields Viyana’ya, SKuOR’da bir ders vermeye geldi – Viyana ve SKuOR bundan sonraki yazılarımda çok sık geçebilir, şimdiden uyarayım. SKuOR, Viyana Teknik Üniversitesi’ne bağlı, - büyük umutlarla geldiğim – kamusal mekan üzerine 2010 yılı civarında açılmış, interdisipliner bir program. Rob Shields de bizim alanımızda Lefebvre’i yeniden yorumlayan, kafasının çok iyi çalıştığını düşündüğüm bir profesör. Onla tanışmam ve Viyana’ya gelmem ayrı birer yazının konusu… Rob’la uzun uğraşların sonunda görüşebilmeyi başardım. 1,5 saatlik görüşmemizden yer yer bahsederim belki ama, şimdi ilkin söylediği şeylerden birine özellikle değinmek istiyorum: “Doktora tezi bir tür hikaye yazımı(narrative)dır,” dedi. “Belki buraya geldiğini ve bu süreçte neler yaptığını da yazacaksın”. Bugüne dek, kendi doktora sürecimde temel becerileri geliştirmeyi önemsedim. İşte belki bu bloğun açılmasına da – buraya geldiğimden beri planlasam da – Rob’la yaptığım bu konuşma bir motivasyon kaynağı oldu. Kendi doktora sürecimin ve bir akademisyen olmaya attığım adımların hikayesini yazmak istiyorum. Yeni şeyler keşfetmek ve paylaşmak dileğimle… Bloguma Hoşgeldiniz…                                         
30.11.2013 / Cts. // 14:13 // Viyana