Ben bir doktora
öğrencisiyim. 33 yaşında olup hala öğrenciyim demek tuhaf . Sanki hala
bir şey yapmamış, hala hayatın içinde pinekleyen, öyle hiçbir işe yaramayan bir
insan gibi hissettiğim oluyor bazen. Toplumda da akademisyenleri öyle parazit
gibi görenler yok mu? Hatta akademisyenlerin kendileri bile etkilenebiliyor bu
görüşlerden… Yemek yapan bir aşçının sunduğu somut ürünün yanında biz ne
yapıyoruz ki diyen bir profesör tanıyorum. Haklıydı belki. Bu başka bir yazının
konusu ama, ben ne yaptım ki diyor insan öyle anlarda. Dönüp ardına baktığında
yüksek lisans tezinden başka bir şey yok. Hiç büyümemişsin gibi.. Hele bir de
benim gibi ufak tefek minyon bir hatunsan, ailen, çevrendekiler senden torun,
yeğen bekliyorsa… ve sen tezim de tezim diye tutturmuş ama yıllardır bir şey elde edememişsen… Doktorayı bitirmeye
ne kadar kaldı diyenlere yıllardır otomatik olarak 2 sene civarında deyip, “iyi
de geçen sene de o kadar kalmamış mıydı…” cevabını duyunca bir anda çöküyorsan…
Uzun lafın kısası: Hayat pek kolay olmuyor. Hele ki Türkiye gibi gerçek
akademik çalışmanın parmakla gösterilecek kadar nadir yapılabildiği bir
ülkedeysen… Bilimle uğraşayım derken, pek çok kişisel, ekonomik ve politik
sorunla uğraşmak durumunda kalıyorsan… Meslek alanını ve yaşadığın kentleri,
gündelik hayatı savunmak için kendine mevziler seçmek zorundaysan… Bilimle
uğraşmak bir lüks bile olabilir mi? Daha faydalı bir şeyler mi yapsan? Oysa
belki de 8 yaşımdan beri bilim insanı olmak isteyen de ben değil miydim? Belki
farklı bir alanda… Doktor olmayı hayal ederdim. Hep kendimi laboratuvarlarda resmettiğimi
hatırlıyorum. Bir kitapçı dükkanı neyime
yetmezdi oysa… Gerçi ne tüccar kafası var bende ne de o kadar param. Şehir
planlama okumak da sosyal bilimler alanına girişim de benim için sürpriz oldu. Ama
her ne kadar zor olsa da, burada olmayı anlamlı buluyorum. Buradaysam bunun bir
nedeni olmalı, diyorum.
Öğrenmeyi kendimi bildim bileli… öğretmeyi
ise 9-10 yaşlarımda evcilik arkadaşıma okuma-yazma öğrettiğim zamanlardan beri
çok seviyorum. Hep işin özünü ve gerçeği anlamak istedim. Bilgiyle tuhaf bir
ilişkim var. Kendime güvenimin kaynağında her zaman “bilmek” oldu – en başta da
kendimi bilmek – buna bilgelik
sevgisi de diyebilir miyiz? Peki ama beni bu blogu açmaya iten güdü ve bu
günlüğü tutmama neden olan şey ne? Belki de en büyük nedenim: Bir hikaye anlatmak istiyorum. Bir
dönüşümün hikayesi. Bir macera... Bir yolculuk. Sonunu bilmiyorum. Aldığım notlardan
birinde şu cümle dikkatimi çekti iki gün önce: "The two most important
days in your life are the day you are born, and the day you find out why."
- Mark Twain – “Hayatınızdaki en önemli iki gün, doğdunuz günle neden
doğduğunuzu keşfettiğiniz gündür”. Ben o nedeni buldum mu bulmadım mı bilemiyorum ama bazen el yordamıyla
yakaladığımı hissediyorum.
Bu blog o keşfin ve yolculuğun da hikayesi olabilir. Üstelik çok da mahrem bir
alandan geçecek gibi sözlerim.. Bana, benliğime, tüm hayatıma dokunup süzülüp
geçecek ve bu günlükle damıtılacak gibi. Kendime de size de dürüst olacağıma
söz veriyorum o halde.
Öyleyse
başlıyoruz. En iyi bildiğim şeyin öğrencilik olduğunu düşünürdüm. Bu yüzden de
akademik çalışmalarda hiç zorlanmayacağıma inanıyordum. Ancak üniversiteye
başladığım günden beri hem çok keyif aldım, değiştim ama hem de çok
zorlandım. Duruma hakimiyetim seviye yükseldikçe azaldı. Nerdeyim ben, ne
yapıyorum dediğim anlar o kadar çok ki… Hem planlama okurken, hem sonrasında
yüksek lisans ve doktorada. En zor dersleri yüksek notlarla geçmiş, yüksek
ortalamalarla mezun olmuş öğrencilerin, yüksek lisans doktora yapma
olasılıkları daha fazla. Çünkü geçiş vizesi ancak onlara veriliyor ne yazık ki.
Bir takım saçma kriterler… Ancak bu durum ne kadar sağlıklı? Saçmalık şurda ki…
siz o becerilerle doktoraya geldiğinizde bir duvara toslayabiliyorsunuz. Çünkü çok
zaman doktoranın sizden talep ettiklerinin tam tersini yapmaya alıştırılmış
oluyorsunuz yıllar boyunca.
Doktora’ya genelde eğitimin artık son aşaması
olarak bakılır. Bir piramidin tepe noktasındasınızdır. Oraya o kadar az insan
ulaşmıştır ki. İlkokulu bitirip, liseden mezun olmayı başarmış, üniversiteye
girebilmiş, ortalamayı tutturmuş, yüksek lisans tezini tamamlamış, İngilizce yeterliliği
geçmiş, hatta doktora yeterliliği geçip tez yazma hakkını elde etmiş… vs.vs.vs.
James Hayton’un keyifle izlediğim blogunda bu durum ayrıntılı biçimde
açıklanmış (http://3monththesis.com/series/basics/) – gerçi kendisi sürekli bu blogdan nasıl para kazanırım hesabı yapmasa
da midemizi bulandırmasa daha iyi hissedeceğim ama neyse. Doktoranın zorluğu ve
çelişkisi şu noktada baş gösteriyor: Oraya ulaşmak için başarmak zorunda
olduğun eğitim biçimiyle o noktadan sonraki eğitimin birbirinin taban tabana
zıttı olması. Nasıl mı? Doktora eğitiminde belli bir müfredat, bir yapı ya da
standart bir sınav yoktur. Bunu yeterlilik sınavında ama daha çok tezini
yazarken anlarsın. Kendi yolunu bulmalı, kendi çalışmanı üretmeli ve kendi
seçimlerini yapmalısın. Belli düzeylerde özgürleşmiş de olsan, kendi sesini
bulmak hiç kolay değil. Yeni beceriler kazanmalısın. Bunları iyice sindirmelisin.
O halde… Doktora
uzun bir eğitim piramidinin en son durağı ya da tepe noktası olmaktan çok,
James Hayton’ın da ifade ettiği gibi, başka bir piramidin tabanı, girişi olarak
tanımlanırsa bu sürecin iki önemli ayağı olduğunu görüyoruz. İlkin, doktora profesyonel
akademik dünyaya girişin ilk basamağı olarak değerlendirildiğinde, bir tür
yeterlilik (qualification) anlamına geliyor. Bir jüri önünde sunduğun tez
metninle, kendi başına profesyonel olarak bir akademik çalışma, araştırma
yürütebileceğini ve buna yeterli olduğunu kanıtlaman gerekiyor. Ki bunu
düşünmek mideme kramplar sokacak kadar geriyor beni. Ancak bunun ötesinde aynı
zamanda doktora bir öğrenme süreci de. Bir araştırmanın nasıl yapılacağını ve
profesyonel düzeyde akademik çalışma yapmanın alt becerilerini kazanabileceğin
bir öğrenme deneyimi. Ne yazık ki kimse bize doktoranın ya da doktora tezinin
ne olduğu üzerine düşünme şansı tanımıyor. Bu konuyu tez hocanla ya da
arkadaşlarınla da tartışabilmek çok kolay değil. O yüzden genelde, doktora
tezini yazarken, bilime nasıl bir katkıda bulundun, sorusuyla karşılaşıyorsun. Yeni
ne söyledin? Doktora çok zaman buna indirgeniyor. Yeni bir yöntem geliştirdin
mi? Yeni bir bilgi ürettin mi? Yeni bir argüman geliştirdin mi? Oysa doktora
tezlerinin çoğunda bu tür bir beklentinin de karşılanmadığını görüyorsun. Peki
ne yapmalı?
Bundan yaklaşık
iki hafta kadar önce Rob Shields Viyana’ya, SKuOR’da bir ders vermeye geldi –
Viyana ve SKuOR bundan sonraki yazılarımda çok sık geçebilir, şimdiden uyarayım.
SKuOR, Viyana Teknik Üniversitesi’ne bağlı, - büyük umutlarla geldiğim – kamusal
mekan üzerine 2010 yılı civarında açılmış, interdisipliner bir program. Rob
Shields de bizim alanımızda Lefebvre’i yeniden yorumlayan, kafasının çok iyi
çalıştığını düşündüğüm bir profesör. Onla tanışmam ve Viyana’ya gelmem ayrı
birer yazının konusu… Rob’la uzun uğraşların sonunda görüşebilmeyi başardım.
1,5 saatlik görüşmemizden yer yer bahsederim belki ama, şimdi ilkin söylediği
şeylerden birine özellikle değinmek istiyorum: “Doktora tezi bir tür hikaye
yazımı(narrative)dır,” dedi. “Belki buraya geldiğini ve bu süreçte neler
yaptığını da yazacaksın”. Bugüne dek, kendi doktora sürecimde temel becerileri
geliştirmeyi önemsedim. İşte belki bu bloğun açılmasına da – buraya geldiğimden
beri planlasam da – Rob’la yaptığım bu konuşma bir motivasyon kaynağı oldu. Kendi
doktora sürecimin ve bir akademisyen olmaya attığım adımların hikayesini yazmak
istiyorum. Yeni şeyler keşfetmek ve paylaşmak dileğimle… Bloguma Hoşgeldiniz…
30.11.2013
/ Cts. // 14:13 // Viyana
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder